Allah'ın Dosdoğru Yolundan Ayrılmayalım
Dünyada insan, bir kişiye karşı hata yaptığı zaman, kendini mazeret ileri sürerek, yalan söyleyerek kurtarabiliyor. Ama kıyamet gününde Allah'ın huzurunda bu mümkün değildir; o gün zerre kadar bir şey kaybolmaz.
Yerler gökler ağaçlar, taşlar, toprak, kendi azalarımız, bizim üzerimize şahitlik yapacaktır. Nasıl kendimizi kurtarabiliriz? Kurtarmak yok.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bir gün ashabının arasındayken yere bir çizgi çizdi ve:
“Bu Allah Teâlâ’nın dosdoğru yoludur” buyurdu.
Sonra o çizginin sağına ve soluna ikişer çizgi daha çizdi ve:
“Bunlar da şeytanın yollarıdır” buyurdu.
Daha sonra mübarek ellerini ortadaki çizginin üzerine koydu ve şu âyet-i kerîmeyi kıraat buyurdu:
“Şüphesiz bu, Ben’im dosdoğru yolumdur; öyle ise ona tabi olun. Sizi Allah’ın yolundan ayıracak başka yollara uymayın. Takvaya erişesiniz diye Allah bunları size emretti.” (Enâm; 153) (İbn-i Hanbel, III, 397)
Onun için Allah-u Zülcelâl ayet-i kerimede şöyle buyuruyor:
“O gün insana, önden yolladığı (amel ve sevaplar) ve geciktirdiği, ertelediği (sonra yaparım deyip yapmadığı ne varsa, hepsi) haber verilecek.” (Kıyamet; 13)
Yani insana “Sen şöyle şöyle amel yaptın, bunu da yapmadın,” diye haber verilecektir. Hatta ona ihbar edilmesine de gerek yoktur. Devamındaki ayette:
“Bilakis, aslında insan kendi nefsi aleyhine şahitlik yapacak.” (Kıyamet; 14)
İnsan nefsinin bütün hallerini görmektedir ve onun bütün azaları onun aleyhine şahitlik yapacaktır.
“(Her ne kadar kendini kurtarmak için) özürler, mazeretlerini ortaya koysa da… (azaları şahitlik edince, sonunda gerçekleri itiraf etmek zorunda kalacaktır.)” (Kıyamet; 15)
Yani insan ne kadar özürler ileri sürmek istese de azaları onu yalancı çıkarıyorlar. Diliyle gıybet yapmış ise, ne kadar sen inkâr edersen et, dilin diyecek “Ben yaptım!” Eliyle bir kişiye vurmuşsa, zarar vermişse, sen ne kadar desen ki “Ben vurmadım,” o diyecek, “Ben vurdum!” Kendini kurtarma imkanı yok.
O gün ancak doğruluk bize yarayacaktır. Bu dünyadaki gibi değil. Bu dünyada kendine avukat tutuyorsun, yalanla dolanla kendini kurtarabiliyorsun; orada öyle bir şey yok. Orada hakikat neyse ondan başka bir şey yok.
Öyleyse çok hamd-u senada bulunalım, şükredelim ki, Allah-u Zülcelâl bize bu tevbeyi nasip etmiştir. O gün bu tevbemiz, zikirlerimiz, amel defterimiz içinde önümüze gelecektir. Öyle işimize yarayacak ki, öyle sevineceğiz ki onunla… Öbür türlü de, günahlarla, Allah'ın sevmediği yerlerde bulunmanın günahıyla gelenler de çok pişman olacaklar.
Allah-u Zülcelal Kudret ve Azamet Sahibidir
Eğer Allah-u Zülcelâl’in o güzel feyzi bizim üzerimize olmasa, hiçbir amelimiz kabul olmaz; ama O çok merhametli, şefkatli, kerem sahibi olduğu için umutluyuz inşaallah. Yoksa amelimize bakılırsa hiçbiri O’na layık değildir.
Allah-u Zülcelâl o kadar âlîdir, yüksektir, azimdir, kudret ve azamet sahibidir; ne yaparsak yapalım, eksik kalıyor ona karşı. Amma Allah-u Zülcelâl kudret ve azamet sahibi olmakla beraber kerem ve merhamet sahibi olduğu için ondan umudumuz vardır; inşaallah kabul edecektir.
İnsan bazen kendine güveniyor, ucba kapılıyor, “Ben şöyle yaptım, böyle yaptım” diye. Hatta birkaç kere demiştim, bazı kişilere “Gelin tevbe edelim,” diyorlar ki “Biz ne yapmışız ki tevbe edeceğiz?” Yani günahsızmışız.
Hâlbuki Peygamberimiz aleyhisselatü vesselam buyuruyor, “Ben Allah azze ve celleye günde yüz defa istiğfâr ediyorum.” (Müslim, Zikir, 41)
Bir başka hadis -i şerifte de, “Yetmiş defadan fazla Allah’tan beni bağışlamasını diler, tövbe ederim.” (Buhârî, Daavât 3) buyuruyor.
Hiç günahı olmayan Allah'ın Habibî böyle demişken, bizim “Ben niye tevbe edeceğim,”dememiz ne kadar yanlıştır. İşte bu ucubtur, kendini beğenmek, kendi ameline güvenmektir.
Halbuki birçok kişi bir namaz kılıyor bir kılmıyor; ya hiç namaz kılmıyor. Kılan da çoğu zaman gafletle kılıyor. Zaten kıldığımız namaz ne kadar da güzel kılsak Allah'ın zatına layık bir ibadet değildir. Allah-u Zülcelâl’in Zât’ı çok azimdir, ne kadar amel yapsak da eksik kalıyor.
Yani ibadetimizin de kabul olması için Allah'ın hilmine, rahmetine muhtacız. Hatta günahtan daha çok ihtiyacımız oluyor. Çünkü dedim ya, bazı ucub oluyor, ibadetle; hâlbuki o ibadeti layıkıyla yapmadığımız için hata bilmeliyiz. İşte o zaman Allah'ın rahmetini üzerimize çekebiliriz. Eğer amelimize güvenip ucba kapılırsak o zaman Allah-u Zülcelal’e karşı o amel de hata oluyor.
Ama hatasını düşünmediğinden, “Ben böyle yaptım, şöyle yaptım,” diye hâlbuki Allah'a layık bir amel yapmadığı halde, kendini tam yapmış gibi bir hal içinde görüyor. O çok yanlıştır, bunu bilelim.
Bizimle Allah'ın arasındaki bu hal, yani boyun bükme, yalvarma, af dileme hali bize çok lazımdır. Daima Allah'tan özür dileyeceğiz, tıpkı Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem gibi, istiğfar edeceğiz ki Allah bize merhametiyle muamele etsin.
Allah-u Zülcelâl ayet-i kerimede şöyle buyuruyor:
“(De ki, ey Peygamber,) “Eğer Allah'ı seviyorsanız bana tabi olun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın, zira Allah çok Ğafûr, ve çok merhametlidir.” (Al-i İmran; 31)
Bakın Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem yılda değil, ayda değil, günde yüz defa veya yetmiş defa istiğfar ederim, diyor. Devamlı Allah-u Zülcelal’e karşı özür dileme halindeydi. Önce kendime sonra herkese diyorum ki, biz de Allah'a karşı böyle özür dileme, onun affına, mağfiretine muhtaç olduğumuzu bilme hali içinde olmamız lazımdır.
Dünyanın Görüntüsü Bizi Aldatıyor
Eğer biz hakikati bilseydik, ahiretin bize çok yakın olduğunu daha oraya varmadan önce sanki ahiretteymişiz gibi bilirdik. Ama ne yazık ki, dünyanın görünüşü bizim için bir perde olmuş, hakikati göstermiyor. Dünya fanidir, çok biçimsiz, çirkin olduğu halde, görünüşü bizi aldatıyor. Nasıl ki bir çöplüğün üzerine bir örtü yayıp altın döküyorsun; görünüşü altındır altı ise çöptür, pisliktir. Onun gibi dünyanın fani güzelliği o hakikati örtüyor.
Her zaman söylüyorum, dünyaya çalışmayın demiyorum, çalışın ama muhabbeti kalbinize girmesin. Kalbimizde sadece Allah'ın muhabbeti olması lazımdır. Çünkü Allah-u Zülcelâl oraya bakıyor. Baktığı zaman orada yalnız Allah'ın muhabbetini görmesi lazım, başka bir muhabbet görürse hayâ etmemiz lazımdır, O’ndan.
Başka bir sevgi kalbimize geldiği zaman da hemen özür dileyelim. Daima Allah'a karşı özür dileme halinde olmak kul için bir ihtiyaçtır.
Eğer anlasaydık aslında dünya manevî hal ile bize sesleniyor, “Ben faniyim, bana aldanma,” diye ama anlamıyoruz, zahiri manzarasına müptela olduğumuz için aldanıyoruz.
Hiçbir zaman insan Allah-u Zülcelâl’in rahmetinden ümitsiz olmasın. İnsan her an ölebilir, ecelimiz geldiği zaman hemen ölebiliriz. Bunu düşünerek tevbe edelim. Diyelim ki, “Belki de bu işlediğim Allah'a karşı son günahtır. Buna tevbe edeceğim ve bir daha yapmayacağım.”
O şekilde tevbe ettiğimiz zaman inşaallahu Teala, belki de o son günahın olacak ve ondan da tevbe etmiş olarak Allah'ın huzuruna gideceksin.
Bakmayın, bazen ibadetler biraz ağır geliyor insana ama o amelleri Allah-u Zülcelâl bize eziyet olsun diye emretmedi. Aslında Allah-u Zülcelâl bizi cennetine davet ediyor. Bu taat ve ibadetleri zahiri olarak farz kılmış olması da cennete girmeye bir vesiledir.
Allah-u Zülcelâl bizi cennetine koymayı istiyor, onun için bu ibadetleri, emir ve nehiyleri, günahlardan kaçınmayı üzerimize vacip etmiştir. Bu sebeple bu ibadetler bize sıkıntıdır demeyelim bunlar bizim için bir nimettir, sebeb-i cennettir.
Ne kadar ibadet yaparsak Allah-u Zülcelâl’in ilmi ona göre daha fazladır. Bizim ibadetimize göre vermiyor bize, o daha fazla sevap veriyor.
Allah-u Zülcelâl ayet-i kerimede şöyle buyuruyor:
“Bir iyilik yapana on misli verilir; bir kötülük ise ancak misli ile cezalandırılır; hiç kimseye haksızlık yapılmaz.” (Enam; 160)
Hatta yedi yüze kadar da sevap veriyor. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bir hadis-i şerifte buyuruyor:
“Allah-u Zülcelâl, meleklerine şöyle emreder; ‘Kulum kötü bir amel yapmak isteyince, onu yapmadıkça yazmayın. Yapınca, onu aleyhine bir günah olarak yazın. Eğer benim rızamı düşünerek terk etti ise bunu onun lehine bir sevap yazın. Kulum iyi bir iş yapmak arzu edince, yapmasa bile onu, lehine bir sevap yazın. Eğer onu yaparsa en az on misli olmak üzere yedi yüz misline kadar ona sevap yazın.’ ” (Buhari, Tevhid 35; Müslim, İman, 203, 205)
Bakın Allah'ın rahmeti ne kadar büyüktür. O günah işlediği zaman bir günah yazıyor, onu da tevbe ederse siliyor ve hatta sevaba tebdil ediyor. Böyle şefkatli, fazl-u keremi çok olan Allah-u Zülcelal’den hayâ etmemiz lazım; ona ne kadar nankörlük ediyoruz, hep gafletle davranıyoruz.
Önümüze ne gelirse yapıyoruz, kabir kapısına gelince pişman olacağız. O gün elimizi ciğerimize atacağız, öyle pişman olacağız ama şimdi gafiliz.
Daima nefsimizin hevasına uymak, onun hastalığını kansere dönüştürmek demektir. Bakın insan zahiri olarak kanser olunca tedavi etseler de tam iyileşmiyor, acı çekiyor… İşte onun gibi nefsin hastalığı tedavi edilmeyince de öyle kanser gibi oluyor.
Allah-u Zülcelâl ayet-i kerimede şöyle buyuruyor:
“İşledikleri günahlar onların kalplerinin üzerini kaplayarak kalplerini karartmıştır.” (Mutaffifin, 14)
Bir insan hata işleyince bir nokta oluyor, tevbe etmeyince bir daha, bir daha böyle kalp böyle kararınca hastalığı artık iyileşmiyor. Bunun için büyük küçük demeden, bir hata işleyince hemen tevbe edelim. Allah-u Zülcelâl’den özür dileyelim.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bir hadis-i şerifte buyuruyor:
“Bir günah işlediğin zaman hemen arkasından bir iyilik yap, bir sevab işle ki o günahı mahvetsin!” (Beyhaki; İhyâ, 4/65)
Allah Affetmeyi Seviyor
Peki, bir insan günah işleye işleye o hale gelince bunun çaresi nedir? İki çare vardır: Ya insanın kalbine “Ben böyle çok günah işledim,” diye bir korku gelirse veya Allah'ın muhabbeti gelir de tevbe ederse yine Allah affediyor.
Günahları affetmek Allah'ın yanında hiçbir şey değildir, onun rahmetinden ümidimizi kesmeyelim.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bir hadis-i kudside buyuruyor:
Allah-u Zülcelâl (buyurdu ki): “Ey Âdemoğlu! Sen bana dua ettiğin ve benden af umduğun sürece, işlediğin günahlar ne kadar çok olursa olsun, onların büyüklüğüne bakmadan seni bağışlarım. Ey Âdemoğlu! Günahların gökleri dolduracak kadar olsa, sen Benden bağışlanmanı dilersen, günahlarını affederim. Ey Âdemoğlu! Sen yeryüzünü dolduracak kadar günahla huzuruma gelsen, fakat Bana hiçbir şeyi ortak koşmamış, şirke bulaşmamış olsan, Ben de seni yeryüzü dolusu mağfiretle karşılarım.” (Tirmizî, Daavât 98)
Allah günahları affetmeyi seviyor. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem kızı Fatıma radıyallahu anhâ’a öğrettiği duada buyurmuş ki:
“Allahım, muhakkak Sen affedicisin, affetmeyi seversin, beni de affet.” (Tirmizi, Da'avât 89)
Bak Allah affetmeyi seviyor. Onun için ne kadar günahın olursa olsun Allah-u Zülcelâl affedecek.
Ama insan bir günah işlerken de korkması lazımdır ki, belki bu günah üzerine, tevbe etmeden ölürsem diye.
Evliyalar demiştir ki, “Ölüm büyük musibettir ama ölümden gafil olmak daha büyük musibettir.”
Ölümden gafil olmak, ölüme hazırlanmamak daha büyük musibettir. Ölümü hatırlamak lazım ama ölümü hatırlamak, hani cenazeye gidiyorsun, “O öldü ben ölmeyeceğim,” der gibi bakıp geçmek değildir.
“Ben onun yerindeyim. Şimdi o nasıl dünyadan ayrıldıysa ben de öyle beyaz bir çaput ile dünyadan ayrıldım, bir daha dönmeyeceğim. Evler, mallar, evlatlar arkamda kaldı, sadece amellerimle gidiyorum,” derse, işte o zaman amel yapacak insan.
Allah onlardan razı olsun, o evliyalar ne kadar düşünüyorlardı ve Allah'a amel-i salih yapıyorlardı. Hasan Basrî rahmetullahi aleyh bir gün, bir hastanın yanına gitti ki sekeratta idi. Onun yanımdayken hasta ruhunu teslim etti.
Hasan Basri rahmetullahi aleyhi evine geldiği zaman yüzünün rengi sararmıştı. Hanımı ona yemek hazırladı. “Yemeği kaldırın” dedi, “Bugün öyle bir şey gördüm ki, ben o gün için ibadet edeceğim. Bir gencin ruhunu teslim edişini gördüm. Onun başına gelen benim de başıma gelecek, ben o gün için amel yapacağım.” İşte, onlar böyleydi…
Ölümü düşünmek demek, ölümden sonra başlayacak olan şeyleri düşünmek demektir. Ölümden sonra kabir alemi, mahşer meydanı, mizan terazisi, sırat köprüsü… Yani önümüzde çok zor şeyler vardır. Eğer Allah-u Zülcelal bize yardımcı olmazsa kimse kendini kurtaramaz.
O yüzden Allah'ı razı edelim. Allah'ı razı ettiğimiz zaman, Azrail aleyhisselam da bize dost olacak, kabir de bize dost olacak, Münker Nekir de dost olacak, mizan da dost olacak, ahiretteki şeylerin hepsi bize dost olacaklar. Hatta ateş de bize hürmet gösterecektir.
“Geç geç ey mümin, senin imanın benim ateşimi söndürdü,”diyecek.
Bazı müminler; “Biz sırat köprüsünden geçtik ama ateş görmedik diyecekler. Ama bazısı da içine düşecektir.
Eğer akıl pazarda satılan bir şey olsaydı en kıymetli şey olurdu, ama Allah vergisidir; satılmıyor. Ama ahiret aklı, yani ahireti düşünen akıl. Yani “Bu dünya fanidir, önümüzde ahiret var, ona göre amel yapmalıyım,” diye düşünen akıl.
Peygamberimiz buyuruyor ki:
“Akıllı kişi, nefsine hâkim olan ve ölüm sonrası için çalışandır. Aciz kişi de, nefsini hevesine (duygularına) tabi kılan ve Allah’tan temennilerde bulunup durandır.” (Tirmizi, Kıyamet 25)
Bak bunu herhangi bir kişi değil, Peygamber aleyhisselatu vesselam söylüyor. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem kendi hevasından konuşmaz.
Allah-u Zülcelâl ayet-i kerimede şöyle buyuruyor:
“O (Peygamberiniz), hevadan (kendi istek ve düşüncesine göre) konuşmaz. Onun size söyledikleri hep kendisine verilen vahiydir.” (Necm; 3-4)
İşte Peygamberimiz aleyhisselatu vesselam bize ne söylediyse Allah-u Zülcelâl’in bildirdiği şeylerdir. O diyor ki, “Akıllı nefsine hâkim olup ahiret için çalışandır,” diye.
Düşünürsek dünya hayatı ne kadar azdır, böyleyken boşa geçirmek akıllı işi midir?
Allah-u Zülcelâl bizi kendi nefsimize teslim etmesin, hepimize razı olacağı şekilde amel yapmayı nasip etsin, bizi hayırlarda kullansın, inşallah.
Seyda Muhammed Konyevi.