Hz. Peygamber’in Engellilere Bakışı ve Örnekliği
Engellilerle ilgili deklare edilen verilere göre ülkemizde 7.5 milyon özürlü olduğu, bu sayının nüfusun % 12’sini oluşturduğu ifade edilmiştir.
Dünyadaki oran da yaklaşık bu civardadır. Ülke nüfusumuzu 70 milyon kabul edecek olursak ve her engellinin yanında ailesinden takriben 3-4 kişinin yaşadığını var sayacak olursak, engellilerle beraber doğrudan veya dolaylı aynı sıkıntıyı paylaşan 30 milyona yakın bir kitle karşımıza çıkmaktadır. Bu da ülke nüfusunun yarısına yakın bir rakama tekabül etmektedir. Neredeyse her iki kişiden birisi, engelliyle ilişkili bir hayat yaşamaktadır. Dolayısıyla günümüz toplumlarında geçmişe nazaran engellilik konusuna ve engelliye daha bir önem verilmekte ve konu haklı olarak gündeme getirilmektedir.
Engelliler konusunu dinin ihmal ettiğini ve bu dinin tebliğcisi konumunda olan Hz. Peygamber’in gündeminde olmadığını söylemek mümkün değildir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.)’in toplumun tüm katmanlarıyla olan ilişkisi incelendiğinde/tetkik edildiğinde onun ilişkilerinin üst düzeyde ve insani değerlere dayandığı müşahede edilmektedir. Engellileri diğer insanlardan ayırt etmediği gibi onlarla insani ilişkiler çerçevesinde ilişkilerini olumlu bir şekilde yürütmüştür. Onları toplumdan dışlamamış, değişik görevler vererek topluma kazandırmıştır. Hz. Peygamber, engellileri var olan imkan ve haklardan yararlandırmış, onlara insanca muâmele edilmesi gerektiğini bildirmiş, kendi durumlarına sabrettikleri takdirde ahirette ecir alacaklarını ifade etmiştir. Dolayısıyla toplumumuzda yaşayan engellilerin, başta eğitim olmak üzere hiçbir hak ve imkândan mahrum edilmemesi dinî bir vecibedir.
Dünyaya gelen her insanın, sıkıntı, kaza, bela ve musibetlere düçar olmama noktasında bir garantisi yoktur. Bu dünya arenasında kimileri, daha kısa bir ömür, kimileri hastalıklar içerisinde, kimileri de belâlara duçar olarak sayılı günlerini geçirmektedir. Şu anda sağlam ve sağlıklı/engelsiz olan bir insanın az sonra engelli konumuna gelmeyeceği konusunda elinde bir güvencesi yoktur. “Ne olduğuna değil, ne olacağına bak.” sözü de bu gerçeği ifade etmektedir. Dolayısıyla öyle bir dünya ortamı söz konusu ki, başta ölüm olmak üzere her türlü olumsuzluğun her an insanın başına gelme olasılığı söz konusudur ve her insan buna aday konumundadır. İnsan beğense de beğenmese de böyle bir hayat yaşamak durumundadır.
İnsanın yeryüzünde karşılaştığı sıkıntı ve problemler, pek çok sebepten kaynaklanabilmektedir. Bunların kimisi, insanın kendisinden kaynaklanmakta, kimisi de kendi dışında, iradesi haricinde cereyan etmektedir. Başka bir ifade ile diyebiliriz ki, sakatlıklar ya doğuştan ya da sonradan ortaya çıkmaktadır. Sonrakileri de deprem, sel, yıldırım düşmesi gibi irade dışı cereyan eden tabii afetler ile kişinin kendisinin ihmali (tedbirsizliği ve hataları) neticesinde başına gelenler şeklinde iki kategoride inceleyebiliriz. Bu bağlamda “inanan insan, bu dünyada ilahî yasalara, evrensel ve toplumsal kurallara uymazsa sözgelimi, sağlığına, gıdalarına ve temizliğe dikkat etmezse hasta olabilir, trafik kurallarına uymazsa kaza yapabilir, hastalık ve kaza sonucu sakat kalabilir. Burada kusuru insanın kendisinde araması gerekir.” (İsmail Karagöz, “Kur’an’ın Engellilere Yaklaşımı”, s. 19.) Her asi ve günahkâr, bu dünyada hemen cezalandırılmamakta, bazı kişilerin cezaları ahirete tehir edilmektedir. Ancak bazı suçluların cezası da hemen bu dünyada verilmektedir. Kimi musibetler vardır ki, ferdin hiçbir kusuru olmasa da imtihan için verilmiş olabilir. Dolayısıyla meydana gelen sakatlıkların, ceza mı, imtihan mı yoksa ihmalkârlıktan dolayı mı olduğunu her zaman kesin çizgileriyle ayırt etmek mümkün değildir. Engelli kişilere Allah’ın cezalandırdığı kişiler olarak bakmak doğru değildir. İnsanın başına gelen bela, musibet ve kazaların Allah’ın bir imtihanı mı, cezası mı, yoksa kendi tedbirsizlikleri veya hatalarından mı kaynaklandığı konusu İslâm âlimleri arasında çok tartışılmış ve ortaya farklı yorum ve düşünceler çıkmıştır.
Hz. Peygamber, insanlar arasında ırk, renk, zengin-fakir, sakat-sağlam, makam ve şöhret gibi dışa yansıyan hususlarda hiçbir ayrım yapmamıştır. Onun insanlarla olan ilişkilerinde sürekli evrensel kriterler geçerli olmuştur. Dolayısıyla çevresinde var olan engelli insanlarla ilişkilerini en güzel bir şekilde yürütmüş, insanlara İslam hümanizmasını göstermiş ve ümmetine bu sahada da örnek olmuştur. Sorumluluklarını yerine getirdiği oranda insan yücelir. Kendisine tevdi edilen emanetlere riayet ettiği ve yükümlülüklerini yerine getirdiği sürece üstün/değerli olma vasfını kazanır. Zengin, fakir, genç, ihtiyar, güzel, çirkin, engelli, engelsiz, beyaz, siyah her statü ve meslekteki insan eşittir ve bu sayılan özellikler üstünlük vesilesi değildir. Dolayısıyla bu evrensel değerlere sahip olan engelli bir insan, bu değerlere sahip olmayan engelsiz bir insandan daha üstün ve daha faziletlidir. Ahlakı bir değer olarak kabul eden Hz. Peygamber’in hadis-i şerifleri de, bu istikamette mesajlar vermektedir. “Allah sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz, lakin sizin kalplerinize ve amellerinize bakar.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 285, 539.) "Sizin en hayırlınız ahlakı en güzel olanınızdır." (Buhâri, Edeb, 38.)
Dünyaya gelen her insanın evrende var olan olanaklardan yararlanmaya doğal olarak hakkı vardır. “Allah, yerde olanların hepsini sizin için yarattı.” (Bakara, 2/29.) Ayette insanlar arasında herhangi bir ayırım yapılmadan, yeryüzü nimetlerinin herkes için yaratıldığı ifade edilmektedir. Engelli insanları, bahşedilen bu nimet ve imkânlardan mahrum etmeye kimsenin hakkı ve salahiyeti yoktur. Aksine engellinin de bu evrenden istifadesini kolaylaştırıcı önlemlerin alınması bir görevdir. Bu durum kul hakkı olarak değerlendirilmeli ve dinî vecibe olarak telakki edilmelidir. Dolayısıyla onlara, tabiatın ve sosyal hayatın imkanlarından yararlanma noktasında önlerinde duran engelleri kaldırmamak haksızlık olur.
Hz. Peygamber’in, engellilere önem ve değer verdiğinin en güzel örneği onlara kamu alanında görev vermiş olmasıdır. Engellileri, kamu hizmetleri dahil, hak ettikleri hiçbir haktan mahrum etmemeye azami çaba sarf etmiştir. Böylece onları topluma kazandırmaya çalışmış, onları toplumun üretken olmayan bir kesimi olarak görmemiştir. Bir insanı sevindirmenin ve onurlandırmanın en güzel yolu ona memnun olacağı bir görev/iş verilmesidir. Özellikle bu, engellilerde daha bir önem kazanmaktadır. Hz. Peygamber, görme engelli olan ve hicretten önce Medine’de Kur’an öğreticisi olarak görev yapan Abdullah b. Ümmi Mektum’u, Mescid-i Nebevi’de müezzin olarak görevlendirdiği gibi, Veda Haccı’na ve Uhud savaşına gidişi de dahil, çeşitli zamanlarda Medine dışına çıktığında 13 defa Medine’de kendi yerine vekil bırakmış, namazları o kıldırmıştır. (İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, IV, 263- 264.) İslam’da engellilerle ilgili çeşitli hükümlerin belirlenmesi, Abdullah b. Ümmi Mektum vesilesiyle mümkün olmuş, onların vekil bırakılmaları, imamlık yapmaları, savaşa iştirak etmeleri, farz namazlara katılmaları, korunma amacıyla köpek beslemeleri gibi konular açıklık kazanmıştır. Hz. Peygamber, namazlarda Abdullah b. Ümmi Mektum ve daha başka görme özürlülerin imamlık yapmalarına izin vermiştir. (Abdullah Aydınlı, “İbn Ümmü Mektûm”, DİA., XX, 434.)
Hz. Peygamber’in, önde gelen sahabilerden Muaz b. Cebel’i ortopedik özrü olmasına rağmen Yemen’e vali olarak göndermiş olması kayda değer bir olaydır. (Câhız, el-Bursân, 1987, s. 214; Ebû Davud, Akdiye, 11; Tirmizi, Ahkâm, 3; Ahmed. b. Hanbel, Müsned, V, 230, 236.) Engellilerin gerek bu vazifelerde görevlendirilmelerinde, gerek savaşlara katılmalarına izin verilmesinde ve gerekse mescide gidip-gelmelerinde güçlük olmasına rağmen Hz. Peygamber’in görme engelli sahabilerin cemaate devam etmelerini ısrarla istemesinde, onların toplumdan tecrid edilmemeleri, yeteneklerine uygun alanlarda istihdam edilerek üretici bireyler olmaları, ideallerini gerçekleştirmelerine engel olmama ve onların kişiliklerini gerçekleştirmelerine yardımcı olma gibi hikmetli bir espri yatmaktadır. Nitekim günümüzde de, pek çok engellinin arzu ettiği şey budur ve onlar, toplumun kendilerine acımalarından rahatsız olmaktadırlar.
Mekke fethedildiğinde, Hz. Ebu Bekir, yaşlı ve âmâ olan babası Ebu Kuhafe’yi sırtına yüklenerek Hz. Peygamber’in huzuruna getirmişti. Bu durumdan rahatsız olan Hz. Peygamber, “Bu ihtiyarı evde koysaydın da, onun yanına biz gitseydik ya?!” diyerek saygı ve nezaket göstermiş, (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 160, VI, 349-350.) böylece yaşlı/engelli birisine karşı sergilenmesi gereken tavrı bizlere öğretmiştir. Hadislerde görme engelli bir kimseye yol göstermenin, sağır ve dilsizle ilgilenmenin, onlara yardımcı olmanın sadaka olduğu belirtilir ve bu tür olumlu davranışlar kişiye sevap kazandırır. Yükünü yüklemeye veya aracına/bineğine binmeye çalışan bir engelliye yardımcı olmak da bir sadakadır.
Hz. Peygamber herhangi bir âmânın yoluna engel olanları kınamış, onları yoldan saptıranları, kasten yanlış yola yönlendirenleri lanetliler içerisinde telakki etmiştir. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 169, 217, 309, 317, 350.) Hz. Peygamber’den gelen bu uyarılar, dikkate alınması gereken ciddi uyarılardır.
Öncelikle engellilerin de bir insan olduğunu düşünmek ve onlara insanca muamelede bulunmak insanlık gereğidir. Onları dışlamak, küçümsemek, onlarla alay etmek ve onları kırıcı davranışlarda bulunmak İslam’ın prensipleriyle bağdaşmaz. Onlara saygı göstermek ve değer vermek, onların durumlarına göre ve onların cadde, sokak ve devlet dairelerine rahat girip çıkmalarını sağlamak, ulaşım vasıtalarını kullanmada kolaylaştırıcı düzenlemeler yapmak, yaşadıkları konutları kendi durumlarına, ihtiyaçlarına göre dizayn etmek, camilere rahatça girip çıkmalarını sağlayıcı kolaylıkları getirmekle olur. O halde toplum da, engelli olan insanlara karşı titiz ve anlayışla hareket etmeli, onlara karşı azami derecede kolaylıklar göstermelidir.
Başa gelen bir sıkıntı veya beladan dolayı ölümün temenni edilmesini hoş görmeyen Hz. Peygamber, hadislerinde insanın hastalık, sakatlık, bedensel-ruhsal olarak kendisine isabet eden her türlü sıkıntıya düşmesi, günahları için bir bağışlanma ve ahirette ecir almaya bir sebep olacağını ifade etmektedir: “Bir Müslümana isabet etmiş herhangi bir hastalık, dert, hüzün ve hatta gam yoktur ki, Allah (c.c.) bunu onun hataları için keffaret kılmış olmasın!” (Müslim, Birr, 52.) “Allah, batan bir diken de dahil olmak üzere, başına gelen her bir musibet sebebiyle Müslümanın hatalarını (günahlarını) örtmekle kalmaz, onu bir derece de yükseltir.” (Müslim, Birr, 46-47.)
Dış dünyayı görememe/körlük ve buna bağlı olarak kendi hizmetlerini yapamama durumu en sıkıntılı özür çeşitlerinden biridir. Görme özürlü olan bir kişi, bu sıkıntısına katlanır ve sabrederse kendisine hadislerde cennet vaad edilmektedir. Kutsi bir hadiste Yüce Allah’ın şöyle buyurduğunu ifade etmiştir:
“Ben kulumu –iki gözünü kastederek- iki sevgilisiyle imtihan ettiğimde o buna sabrederse, iki göze bedel olarak ona cenneti veririm.” (Buhâri, Merdâ, 7.) Her ne durumda olursa olsun bu hayatın geçici, dolayısıyla sıkıntısının sayılı günlerden ibaret olduğu için bir gün biteceğini düşünen, kendisinin bir kul olduğu bilinciyle sabretmesini ve şükrünü eda etmesini bilen kişi, bu dünyada çektiği sıkıntıların karşılığını âhirette alacaktır.
Kısaca toplum olarak engellilere karşı hoşgörü, anlayış, şefkat ve merhametle yaklaşılmalıdır. Onları hor görmek, aşağılamak, dışlamak, küçümsemek, onlara ilgisiz kalmak, yardım etmemek gibi olumsuz tavırlar içerisinde olmak insani ve ahlaki değerlerle bağdaşmaz. Hadislerde engelliler, yaşadıkları zorluk ve sıkıntılara karşı metânet, sabır ve şükür ile hareket ettikleri takdirde kendilerine kimi yerde günahlarının affedileceği, kimi yerde cennetle ödüllendirilecekleri şeklinde müjdelerin verilmesi dikkat çekicidir. Bu mükâfatların büyüklüğü sahip oldukları özürlerin büyüklüğü ile doğru orantılıdır. Hz. Peygamber’den nakledilen bu tür mesajları öğrenen inançlı bir engelli, yaşama dört elle daha bir sarılacak, hayata daha umutla ve sevinçle bağlanacaktır.