Peygamber’in Yetimleri
Sehl b. Sa’d’dan nakledildiğine göre; “Allah Rasulü (s.a.s.), ‘Ben ve yetime kol kanat geren kimse cennette böyle (yan yana) olacağız.’ buyurdu ve aralarını hafifçe ayırarak işaret parmağıyla orta parmağını gösterdi.”
(Buhari, Talak, 25.)
Çölün tam ortasında, göğün en tepe noktasına geldiğinde güneş, en çok onların içini kavururdu çöl sıcağı. Gece olup, karanlık aynı çölü bağrına bastığında, soğuk çöl rüzgârları en çok onları savururdu. Kimi bir savaştan arta kalandı, kimiyse hastalıktan. Çoğu, bitmek bilmeyen kan davalarında kaybetmişti biricik babasını. Bazısı, bakımsızlık ve fakirliğe kurban vermişti tutunacak en sağlam dalını. Babasız kaldıklarından beri isimlerini unuttular, onlara bundan böyle “yetim” dendi. Yetim, yani “yalnız”, yani “tek başına.” Lügatler yalnızlıkla, muhtaçlıkla, geride kalmakla birlikte andı onların adını. (İbn Manzur, Lisanü’l-Arab, XII, 645-646.) Yalnız lügatler mi? Adları ağır sözlerle birlikte anıldı yıllar yılı, bedenleri en ağır işlerde kullanıldı. Küçücük yürekleri, kibirli bakışlar altında ezildi. Malları talan, haklarıysa gasp edildi. Kendi babalarının mallarına varis olmaları engellendi. Enes, Abdullah, Beşir, Sehl, Süheyl ve diğerleri… Şimdi onların her biri peygamberin yetimleriydi. Bakışları peygamberin bakışlarına kenetlenmiş, onun mübarek ağzından çıkacak sözlere dikkat kesilmişlerdi. Öyle ki söylenecek olan onlarla ilgiliydi. Yetimlerin peygamberi, mübarek iki parmağını kaldırdı, bu defa kime, neyi müjdeleyecekti? Belli ki parmakları, cennete giden yola işaret edecekti:
“Ben ve yetime kol kanat geren kimse cennette böyle (yan yana) olacağız.’ buyurdu. Nebi ve aralarını hafifçe ayırarak işaret parmağıyla orta parmağını gösterdi.” (Buhari, Talak, 25.)
Kanadı kırık yetimlere kol kanat gereni, onların yaralarına merhem olanı, gözlerindeki yaşı sileni cennetle müjdeliyordu Nebi. Kimsesizlerin kimsesi olanlara, gönlünde gariplere yer verenlere, yetim Peygamber cennette, yanı başında yer ayırıyordu. Zira o, yetimliğin, bir yanı eksik bir tarafı yarım yaşamanın ne demek olduğunu herkesten iyi bilirdi. Rabbinin kendisini yetim bulup barındırdığı gibi (Duha, 93/6.), inananların da hanelerinde yetimlere yer açmalarını öğütlüyordu: “Müslümanlar arasında en hayırlı ev, içinde kendisine iyi davranılan bir yetimin bulunduğu evdir. Müslümanlar arasında en kötü ev ise içinde kendisine kötü davranılan bir yetimin bulunduğu evdir.” (İbn Mace, Edeb, 6.)
Saadet asrında, haneler içinde peygamberin hanesi, yetimlerin en çok huzur buldukları yerdi. Kanadı kırık yavrular için peygamberin kanatları altında yer bulmak ne yüce bir saadetti! Öyle ki Allah Rasulü, kendi Fatıma’sı ihtiyaçları için babasının kapısını çaldığında, Bedir’in yetimlerinin daha öncelikli olduğunu söylemişti. (Ebu Davud, Harac, 19-20.)
Yuva sıcaklığını hane-i saadette bulan yetimlerden biri Enes’ti (r.a.). Babasız kaldıktan sonra Medine’de annesi ile birlikte yaşayan küçük Enes, Allah Rasulü’nün hizmetine verilmiş, on yıl onun yanında bulunmuştu. Allah Rasulü, “Yavrucuğum”, (Müslim, Âdab, 31.) “Enescik” (Ebu Davud, Edeb, 1.) diye seslendiği Enes’e bir kez olsun “öf!” bile dememiş ve herhangi bir şey için onu asla azarlamamıştı. (Müslim, Fedail, 51.)
Sevgili Peygamberimiz, ashabından savaşlarda şehit düşenlerin yetimleriyle de yakından ilgilenmişti. Allah Rasulü’nün amcasının oğlu Cafer b. Ebu Talib, Mute’de şehit düştüğünde, ardında boynu bükük üç yetim bırakmıştı. Onlardan biri olan Abdullah b. Cafer, babasının şehadetiyle, kuş yavruları gibi kalakaldıklarını, Allah Rasulü’nün kendilerine sahip çıktığını, üzerlerindeki matem havasından kurtulmaları için onların evlerine gelerek perişan hâldeki kardeşleriyle beraber kendisini tıraş ettirdiğini, yıllar sonra tatlı bir anı olarak yâd etmişti. (Nesai, Zinet, 57; Ebu Davud, Tereccül, 13.)
Babasını Uhud Savaşı’nda kaybeden gözü yaşlı Beşir’i de Allah Rasulü teselli etmiş, ona “Ben senin baban olayım, Âişe de annen olsun istemez misin?” diyerek bu mahzun yavrunun gönlünü en güzel şekilde almayı başarmıştı. (İbn Hacer, İsabe, I, 302.) Babasının yerine Allah Rasulü’nü koyan Beşir, artık Medine’de bulunan tüm çocukların olmayı arzu ettikleri bir yerdeydi.
Enesler, Abdullahlar, Beşirler… Her biri saadet asrında ayın etrafını çevreleyen hale misali Allah Rasulü’nün etrafında kendilerine yer edinmişlerdi. Her biri Allah Rasulü’nün engin merhametinden nasiplenmiş, Peygamber’in (s.a.s.) yetimleri olma saadetine ermişlerdi. Bugün de şefkat dolu bir bakışın hasretini çeken, kuytularda anılmayı bekleyen, çaresizliğin belini büktüğü yetimler var ve onların her biri inananlara Hz. Peygamber’in (s.a.s.) emaneti… Yetime şefkat, imanın üzerimize yüklediği bir kulluk, bir ümmet görevi. Ancak bugün perdelenmiş gözlerimizle onları göremez, kaskatı kesilmiş yüreklerimizle onların acısını hissedemez olduk. Kibirden başımızı indiremediğimiz için yetimlerin gözyaşlarını silemez olduk, onlarla aynı dünyada yaşadığımızı unuttuk. Nefsimiz sarp yokuşlarda kaldı da onları aşamaz olduk. (Beled, 90/12-14.)
Dünyalıklarla doldurduğumuz yüreğimizde yetime, yoksula, kimsesize yer bırakmadık, kimseye acıyamaz olduk. Göz pınarlarımızı kuruttuk, kimse için ağlayamaz olduk. Oysa katı kalpliliğin şifasının yetim başı okşamak olduğunu haber vermişti Nebi. (İbn Hanbel, II, 387.) Şefkatle yetimin başını okşayana ellerinin değdiği saç teli sayısınca mükâfat verileceğini müjdelemişti. (İbn Hanbel, V, 250.) Yetime kol kanat gerenle cennette komşu olacağını haber vermişti. (Buhari, Talak, 25.) Sevgili Peygamberimiz’in yetimleri onun yanı başındaydı. Ve bizler, yetimlerimize yakınlığımız kadar yakınız Rasul-i Ekrem’e. Peki, bizim yetimlerimiz nerede?