Sakatlığın ve Hastalığın Hikmetleri
Allah, insanı yaşadığı hayatta sınamaktadır. Bu ömür sonunda sağlığını, ömrünü nasıl geçirdiğini kendisine soracaktır.
Her şey gibi hastalık ve engellilik de bir imtihandır. Hastalığın, sakatlığın bildiğimiz ve bilemediğimiz büyük hikmetleri vardır. Mü'min açısından, hastalık ve sakatlığın derece terfîine ve günahların affolunmasına sebep olacağı ümid edilir.
İmam Gazzâlî, insanların başına gelen musîbet ve hastalıkları üç kısma ayırmıştır: 1- Münâfığın hastalık ve musîbeti: Allah'a itirazda bulunduğu için ona gelen musîbet ve hastalıklar cezâ olur. 2- Mü'minin hastalık ve musîbeti: Allah'tan geldi diyerek sabrettiği için onun musîbeti günahlarına keffâret olur. 3- Şükür makamında olan mü'minin musîbeti: Bu da hastalığında Allah'a hamd ve şükürde bulunduğu için hastalığı Allah indinde derecesinin yükselmesine sebep olur.
Nebevî Teselliler
Biricik önderimiz Yüce Peygamberimiz buyuruyor ki:
"Allah Teâlâ buyurur ki: 'Kulumu iki sevgilisiyle (iki gözüyle) imtihan edip de kulum (şikâyet etmeyip) sabrederse iki gözüne karşılık olarak ona Cenneti veririm." (Buhârî, Merdâ 7; Ahmed bin Hanbel, III/144) "Bu hastalığa tutulup sabrederek ecir umarsan, karşılık olarak sana Cennet vardır." (Buhârî, Edebü'l-Müfred, cild 1, hadis no: 532)
"Müslümana fenâlık, hastalık, keder, hüzün, eziyet ve iç sıkıntısından tutun da bir diken batmasına kadar uğradığı her musîbete karşılık Cenâb-ı Hak onun suçlarını ve günahlarını örter." (Müslim, Birr 52)
"Hangi müslümana hastalık (ve bir diken veya daha küçük bir şey de olsa eziyet veren bir şey) isâbet ederse, ağacın hazan vakti yaprakları döküldüğü gibi, Allah bu musibetleri onun hatâlarına keffâret kılarak günahlarını döker." (Buhârî, Merdâ 13)
"En büyük (en zor) imtihana tâbi olanlar peygamberlerdir." (Buhârî, Merdâ 3; Tirmizî, Zühd 57; İbn Mâce, Fiten 23)
"İnsanların belâ/imtihan yönünden en şiddetlisi, en çok belâya mübtelâ olanları peygamberlerdir, sonra sâlihler, sonra da derece derece iyi hal sahibi diğer mü'minlerdir." (Dârimî, c. 2, s. 320) "Allah, hayır dilediği kimseyi musîbetlerle imtihan eder." (Buhârî, Merdâ 1)
"Sevabın çokluğu, belânın büyüklüğüyle beraberdir. Allah, bir toplumu sevdiği zaman şüphesiz onları (sıkıntı, musibet ve belâlarla) imtihan eder. Artık kim bir (imtihan edildiği belâ ve musibetlere) rızâ gösterirse, Allah'ın rızâsı (ve sevabı) o kimseyedir. Kim de (imtihan edildiği belâ ve musibetlere) öfkelenir (İlâhî hükme rızâ göstermez) ise, Allah'ın gazabı (ve azâbı) o kimseyedir." (İbn Mâce, Fiten 23, hadis no: 4034)
Sahabelerden Sa'd rivâyet ediyor: Dedim ki: 'Yâ Rasûlallah, insanların belâsı/imtihanı en çetin olanı kimdir?
Buyurdu ki: "Peygamberler ve sonra da derece derece mü'minlerdir. Kişi, dini oranında belâ görür/imtihan edilir. Dini kuvvetli ve sağlam ise belâsı ağır olur. Dininde zayıflık söz konusu ise, dini kadar belâ görür/imtihana tâbi tutulur. Belâ insanın yakasına öylesine yapışır ki, günahsız gezene kadar peşini bırakmaz." (Tirmizî, c. 7, s. 78-79; Süyûtî, Câmiu's-Sağîr, c. 1, s. 136; Ahmed bin Hanbel)
"Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki O, bir mü'min için hayrına olmayan bir şeyle hükmetmez. Bu, ancak mü'minler içindir. Şayet mü'mine bir iyilik isâbet ederse o buna şükreder ve kendisi için hayırlı olur. Şayet bir sıkıntı isâbet ederse sabreder. Bu da kendisi için hayırlı olur." (Müslim, Zühd 64; Ahmed bin Hanbel, V/24; Dârimî, Rikak 61)
"Yüce Allah buyuruyor ki: 'Mü'min bir kulumu bir hastalığa müptelâ ettiğim zaman Bana hamd ederse anasından doğduğu günkü gibi günahlarından temiz olarak yatağından kalkar. Yüce Allah buyuruyor ki: 'Ben kulumu bağladım, sınadım (şimdi ey meleklerim:) sağlam iken ona yazdığınız sevaplar gibi hastalık zamanı için de aynı sevapları yazın." (Ahmed bin Hanbel, Müsned IV/123)
Allah Niçin Kullarını Bir Yaratmadı? Kimini Kör, Topal veya Sakat Yarattı?
Allah mülk sahibidir. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Evvelâ, kimse O'na karışamaz. O'nun icadına müdâhale edemez. Senin zerrelerini yaratan, terkibini düzenleyen Allah'tır. İnsanî hüviyeti bahşeden Allah'tır. Sen daha evvel bir şey vermemişsin ki, O'nun karşısında hak iddia edesin. Eğer karşılığında Allah'a bir şey vermiş olsaydın, "bir göz verme, iki göz ver!" demeye belki hak kazanırdın. "Bir el verme, iki el ver bana" demeye; "niye iki tane değil de; bir ayak verdin?" diye itiraz etmeye belki hak kazanırdın. Sen Allah'a bir şey vermemişsin ki, -hâşâ- Allah'a adâletsizlik isnâdında bulunasın. Haksızlık, ödenmeyen bir haktan gelir. Senin ne hakkın var ki, yerine getirilmedi de haksızlık yapılmış olsun!
Allah Teâlâ, seni yokluktan çıkarıp var etmiş; hem de insan olarak... Dikkat etsen, senin altında birçok mah lûkat var ki, onlara bakıp nelere mazhar olduğunu düşünebilirsin.
Yüce Allah bazen insanın ayağını alır; onun karşılığında âhirette pek çok şey verir. Ayağını almakla o kimseye aczini, zaafını, fakrını hissettirir. Kalbini Kendisine çevirtip o insanın duygularında inkişaf başlatırsa, çok az bir şey almakla, pek çok şeyler vermiş olur. Demek ki, bu ona, Allah'ın lutfunun ifâdesidir. Tıpkı şehid etme gibi... Bir insan Allah yolundaki bir cihadda şehid olur ve büyük mahkemede, Allah'ın huzurunda, sıddıkların, sâlihlerin gıpta edeceği bir makama yükselir. Onu gören başkaları: "Keşke Allah bizi de cihad meydanında şehid ettirseydi!" derler. Dolayısıyla böyle bir insan, çok şey kaybetmiş sayılmaz. Belki aldığı şey, ona oranla çok daha büyüktür.
Çok nâdir olarak bazı kimseler bu konuda küskünlük, kırgınlık, bedbinlik ve aşağılık duygusu ile yoldan çıkıp azgınlaşsa bile, pek çok kimselerde bu çeşit eksiklikler, daha fazla Allah'a yönelmeye vesile olmuştur, olabilir. Zararlı haşereler çeşidinden bir kısım insanların bu meseledeki kayıplarının bahane edilmesi yerinde değildir. Bu konuda esas olan keyfiyettir (M. F. Dahhâk, Asrın Getirdiği Tereddütler, Silm Ofset, s. 35)
Yaratılışımızın icabı olarak, her kişi kendisinde noksan olan şeyin hasretini duymaktadır. Bunun yanında her şeyi tamam olan insan, sahip olduklarının kadrini bilmiyor ve çok kere, sanki bir mirasyedi gibi, onların farkında bile olamıyor. Konuyu şu meşhur örnek ile açıklayabiliriz: Bir çocuk, ayakkabısı olmadığı için ağlayıp dururken, birden bire gözüne iki ayağı bulunmayan sakat bir çocuk ilişiyor. Dehşete kapılmış durumdadır, gözyaşlarını silip "Yâ Rab, Sana şükürler olsun ki, benim ayaklarım var; meğer ben ne kadar şanslıymışım, beni affet Allah'ım!" diye, yalvarıp huzura kavuşuyor. O halde insan, haline şükredici olmalıdır. Kendisinde mevcut olanları iyi tanımalı ve onların kıymetini takdir etmelidir. Yoklukta kendimizden aşağı olanlara bakıp tesellî bulmalı. Varlıkta, ilimde ve takvâda bizden üstün olanlara bakıp onlara yetişebilmek için gayret gösterebilmeliyiz.
İnsanoğlu bu dünyada daima adâlet aramıştır. Öncelikle bilmek lâzımdır ki, dünyada asla hakiki adâlet yoktur. Mutlak adâlet, kıyâmet gününde ortaya çıkacaktır. Dünya bir eğitim ve imtihan meydanıdır. Burada aklımızın ermediği, duygu ve hassalarımızın fark edemediği çok karışık meseleler vardır.
Akıl sâyesinde, dünyada görülen bazı dengesizliklerin sebeplerini inceleyebiliriz. Meselâ, doğuştan bir organı eksik yaratılmış olan bir yavru üzerinde düşünelim. Bazılarımızın zannettiği gibi böyle bir doğuş, asla "Allah'ın adâletsizliği" değildir. Bu tabloda aklını çalıştıran insan için büyük ibretler vardır. Allah'ın mülkü olan bu dünyada, Cenâb-ı Hak insan neslinin devamını ve huzurlu olmasını ister. O sebeple diğer insanların hallerine şükretmeleri ve hallerinden memnun olmaları takdir olunmuştur. Genelde kendisi sağlam olan kişi, herkesin aynı şekilde olduğunu zannedecektir. Noksansız bir vücudun bir lütuf olduğunu fark edebilmek, ancak sakat kişileri görmekle mümkün hale gelebilir. İşte bu yüzden bizim nazarımızda birer zavallı gibi kabul edilen sakatların, insanlık âleminin selâmet yolunu bulabilmesinde büyük hizmetleri vardır. Dolayısıyla onlar, Allah katında birer gâzi kadar mübârek kişiler olabilirler. Ancak, insanoğlu buna benzeyen daha birçok hikmetleri anlamaktan uzaktır. Bizzat sakatların ve hastaların, Cenâb-ı Hakk'ın bu takdirinden haberleri bile olmayabilir.
O halde, tekrar edersek: Dünyaya noksanlıkla doğanlar veya sonradan sakatlananların durumlarında adâletsizlik yoktur. Ortada sadece çok anlamlı hizmetler ve derin hikmetler mevcuttur. Bir taraftan diğer insanların onları görerek, hallerine şükretmeleri ve gönül huzuruna kavuşmaları murat edilmiştir. Diğer taraftan alkol, sigara, uyuşturucu maddeler, zararlı ışınlara mâruz kalış, hastalıklar vesâir zararlı şeylerden ve tehlikelerden korunulmasının gerektiği, aksi halde o kişilerin kazanacağı yavruların bunlar gibi sakat olacağı -insanın gözüne sivri kalem batırılırcasına- hikmet olarak anlatılmak istenmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın bu lütuflarına rağmen, günden güne iz'ansız, ferâsetsiz, hissiz, şükürden uzak ve bencil özellikteki kişilerin sayıları artmakta ve insanın kendi hatalarının sonucu oluşan sakat gençlerin sayıları da o oranda çoğalmaktadır (Münip Yeğin, Sakatlık ve Hastalıkta Ne Gibi Hikmetler Var, Merak Ettiklerimiz, Adem Tatlı, Mehmet Dikmen, Cihan Y., s. 407-408).
Hastalık İnsanı Melekleştirir
Özellikle uzun süren hastalıklara yakalanan insanlar için hastalık, güzel bir mânevî hal verir. O kimseler, âdetâ bir ayağı dünyada, bir ayağı âhirette gibi yaşarlar. Her an Allah'a duâ eder, O'ndan medet isterler. Dünyayı kalben terk eder, gönüllerini âhirete bağlarlar. Meselâ, ölümcül bir hastalığa yakalanmak, dış görünüşü itibarıyla kötü olabilir; fakat sürekli âhirete hazır bir halde bulunmak, mânen çok lezzetlidir. Âdeta her an şehâdeti bekleyen bir Allah askeri gibi, hâlis ve sırf Allah rızâsını gözeten bir ruh hâleti vardır.
Şuna çok kimse şâhittir ki, nice ölümcül hastalar şifâ bulmuş, nice ümitsiz vak'alar tedâvi edilebilmiştir. Çünkü, hayat bilemediğimiz fırsatlarla doludur. Cenâb-ı Hak bir anda geceyi gündüze, gündüzü geceye çevirebilir. Diriden ölüyü, ölüden diriyi çıkaran O'dur.
İnsan tuhaftır; binlerce hastalıktan bir-ikisine sahip, diğer yönlerden sağlıklı ise, çoğa bakarak şükredeceğine 'hastayım' der, şikâyet eder. Musîbetlerden sonra, insanı terakkî ettiren ikinci faktör, hastalıklardır. İnsan, musîbetleri de, hastalıkları da Rabbinin ihsanlarından saymalı ve şükür içinde sabretmeli. Kendi dertlerini unutmak isteyenler, başkalarının dertlerine yardımcı olmaya çalışmalıdır. Huzurlu ve mutlu olmak istiyorsan, derdini gözünde büyütme. İnsanı kâmil olmaya iten derttir. Dertler, anlayan insana doğru yolu gösterir.
Dünyada imtihanlar çok çeşitli. Kimi sıhhatinden, kimi hastalığından imtihan oluyor. Zannedilenin aksine, sağlıklı ve gürbüz bir vücutla imtihan, hastalık ve özürlülükle imtihandan daha zordur. Aynen zenginlikle imtihanın fakirlikle imtihandan daha zor olduğu gibi. Sağlıklı ve gürbüz insan, Allah'ı unutmaya daha meyyaldir. Verilen nimetlerle şımarıp azgınlaşabilir ve Allah'a itaati ihmal edebilir. Hastalık ve sakatlık ise, hiç aldatmayan bir nasihatçi ve ikaz eden bir mürşiddir. Hastalık ve özürlülük, bu imtihanı kazananlara önemli bir definedir, çok kıymetli bir İlâhî hediyedir. Eğer hastalığın, sıkıntıların mânâsı ve neticesi güzel olmasa idi, Rahîm olan Yaratan, en sevdiği kullarına hastalık ve bunca belâyı vermezdi.
Herkes imtihan olduğu içindir ki, gerçek mânada, kimse rahat değil. "Dünyada rahat yoktur" hadis-i şerifinin bir anlamı da şu olabilir: "İmtihanda rahat yoktur; çalışma ve gayret vardır, endişe ve ümit vardır, üzüntü ve sabır vardır..."
Çok az bir faydası olan ve yararının da geçici olduğu üniversite sınavına gösterilen değer, nice müslüman tarafından âhiret sınavı için gösterilmiyorsa, bu sınavın kaybedilme ihtimalinin büyüklüğünü de gösterir. Üniversite sınavına hazırlandığı gibi esas imtihana hazırlanan bir mü'min, büyük ihtimalle cenneti garanti edecektir.
Kullarını İmtihan Konusunda Tasarruf Yalnız Allah'ındır
Kulunu imtihan konusunda da Allah tek olup, bu hususta da O'na kimse ortak olamadığı gibi, bu imtihanın yeri, zamanı, şekli, zorluğu ve çeşidini tâyin konusunda da O'nun ortağı yoktur. İmtihanın ve kulunu denediği sıkıntının çeşidini, yapısını, yerini ve süresini sadece O düzenler. Kulun, nerede olursa olsun, bu imtihana, sınavın konu ve ayrıntılarına karşı çıkması doğru ve câiz değildir. Böyle bir durum müslümanda görülürse, imanıyla çelişir, hatta dinden çıkmasına sebep olabilir. Nasıl ki bir öğrenci, imtihanın şekli, yeri, zamanı ve süresi konusunda sınav yapan yetkiliye veya öğretmenine baskı yapamaz, karşı koyamazsa, kulun Rabbine karşı bunları yapması hiç düşünülemez.
Müslümana düşen, imtihanının hafif geçmesi ve başarması için Allah'a dua etmesi, başaramayacağı veya ezileceği zor sınavlardan, fitne ve sıkıntılardan, onların şerlerinden Allah'a sığınmasıdır.
İnsan, sevdiği Yüce zât uğrunda çektiği çilenin tadını başka hiçbir şeyde bulamaz. Sevgi kalpte yerleşip orada derinleşince, sevenin sevdiği uğrunda çektiği sıkıntılar dert olmaktan ziyade tat verir. O yüce zâtı sevmek, O'nun rahmet ve ihsânını ummak, O'nun lutfu kadar kahrının da hoş olduğu anlayışına götürür. Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler dedirtir.
Peşinden büyük ve sürekli bir lezzetin geleceği bir sıkıntıya katlanmak, hiç şüphesiz sonunda büyük ve sürekli bir sıkıntının geleceği küçük bir lezzetten çok daha hayırlıdır. "Andolsun ki sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azalma (fakirlik) ile imtihan eder, deneriz. (Ey Peygamber!) Sen sabırlı davrananları müjdele. İşte o sabredenler, kendilerine bir belâ geldiği zaman 'Biz Allah için varız ve biz sonunda O'na döneceğiz' derler." (2/Bakara, 155-156)
Sabır
Sabır, içine düşülen darlığın ve sıkıntının geçmesi için Allah'ın yardımını kazandırabilecek olan güzel bir davranıştır. Dayanılması zor ve insana ağır gelen sıkıntılara ancak 'sabır ahlâkı' sayesinde dayanılabilir. İnsanın elinde olmadan başına gelen, karşılaşılan felâket ve sıkıntılara dayanmak, onları kolaylıkla atlatmak sabırla mümkündür.
Sabırsız insanlar her zaman bir darlık içerisindedirler. Onlar olaylar karşısında dayanıksızdır; çok şey isterler, küçük şeylerden rahatsız olurlar. Ellerindeki geniş nimetin kıymetini bilemezler, daha fazlasına ve hatta başkalarının hakkına göz dikerler. Az bir darlık görünce de perişan olurlar, tahammül edemezler.
Sabrın en güzel belirti ve etkisi, insanı zorluklara, darbelere karşı yenilgi ve teslimiyet psikozuna itmemesi ve sürekli mücadele azmi vermesidir. Hayatın problemleriyle mücadele ederek bu sayede güç kazanan, sabrı sayesinde yenilmeyen bir ruha sahip olan insan, olgunlaşır, devamlı antrenmanlı sporcu gibi mânen güçlenir. Onun için zorluklar kolaylaşır. Sabır, insanın kendi kapasitesini tanıması, yapısında var olan olumlu ve olumsuz yönlerinin farkına daha iyi varmasıdır. Sabır, insanın içinde var olan, fakat fark edemediği gizli güçlerini açığa çıkarmasının adıdır. Bir başka deyişle sabır, insanın kendi benliğini bulması, özünü keşfedip anlamasıdır. Sabır insanı Allah'a yaklaştıran en güzel eylemdir.
Allah'ın sınavı olarak gelen üzücü olaylara sabır, sabrın çeşitlerinden biridir. Sahabilerden biri: "Kişi eziyete sabretmedikçe (iman yolunda işkenceye katlanmadıkça) adamın imanını iman saymazdık" demiştir. Çünkü bu, peygamberlerin sabrıdır. Savması, kulun elinde olmayan Allah'ın sınavıyla ilgili musibetlere sabır, insana büyük kazançlar sağlar. Bir yakınının ölmesi, malının telef olması, hastalık, sakatlık ve benzeri sınavlar bu çeşittendir. Bunlara sabır, sabrın en yüce makamıdır. Bundan dolayı Peygamberimiz:
"Yâ Rabbi, Sen'den bana dünya musibetlerini küçültüp kolaylaştıracak bir yakîn (sağlam iman) istiyorum." diye duâ etmiştir. (Tirmizî, Deavât 79)
"Kim başına gelen musibete Allah'ın buyurduğu gibi 'İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn' (2/Bakara, 156) deyip sonra, 'Allah'ım, bu musibetimden bana sevap ver, bunun ardından bana hayır ver (aldığın nimetin yerine daha hayırlısını ihsan eyle)!' diye duâ ederse Allah öyle yapar." (Müslim, Cenâiz 3, 4). Bir kudsî hadiste de şöyle buyurulmuştur:
"Kulumu bir belâ (has vtalık) ile sınadığım zaman sabreder, Beni ziyaretçilerine şikâyet etmezse etinin yerine daha hayırlı bir et, kanının yerine daha hayırlı bir kan veririm. Onu iyileştirirsem günahından kurtulmuş olarak iyileştiririm, rahmetime (cennetime) koyarım." (Muvatta; Beyhakî)
"Rabbimiz! Bize dünyada hasene (iyilik, güzellik, sağlık, âfiyet ve hayır), âhirette de hasene ver. Bizi ateş azâbından koru." (2/Bakara, 201)