ALLAH İÇİN NEREDE ZEKÂTIN, NEREDE FİTREN
“Nefsini kötülüklerden arındıran (maddî ve mânevî kirlerden temizleyen) mutlakâ kurtuluşa ermiş; onu kötülüklere gömen de elbette hüsrâna uğramıştır.” (Şems sûresi, 9-10)
Annelerimizin başörtüsü gibi tertemiz geldiğimiz şu dünyâ hayâtında olur olmadık günahlarla kirleniyoruz. Tıpkı bir çocuğun akşama kadar oyun oynayıp da kirlendiği gibi. Günah, kalplerimiz de simsiyah bir leke, gönüllerimizde bir pas, Allâh ile irtibatta bir boşluk oluşturarak bünyemize girer. Kendi üzerimizde kirliliği, çirkin manzarayı görüyor veya etrâfımızdaki çevre kirliliğinden rahatsız olup hemen temizleme yoluna girişiyoruz da, kendi ruhûmuzdaki ve vicdanlarımız da manevi kirlilikten söz edemiyoruz. Halbuki vicdân; arayıp da bulmak demek, bulduğun da kıymet bilmek demektir. Vicdânlarımızı yeniden kendine getirecek, arındıracak bir vesiledir zekât, fitre ve infâk.
Her şeyden önce Mekke dönemi ashâb-ı kirâm için bir medrese idi. Bu medresenin talebeleri olan sahâbeler; yokluk içinde yaşarlardı, fakirlerdi, muhtâç kimselerdi. Ama okudukları kelime-i tevhîd müşrikleri rahatsız ediyordu. Bu medrese de Rabbimiz onları güzel bir bitki gibi yetiştiriyor, kur’an âyetleri ile onları ıslâha kavuşturuyordu. Onların nefislerine ağır gelecek emirleri yavaş yavaş öğütlüyor, ileride gerçekleşecek çetin günlere onları hazırlıyordu. Önce imân ilkesini kalplere ve gönüllere yerleştiren Rabbimiz, elini cebine atıp mal verme ile alakalı olan zekât, fitre, infâk gibi emirlerinden önce bilinçlendirme/şuurlandırma hissiyâtını onların damarlarına enjekte etmişti. Bir insan bir şeyi ana hatlarıyla öğrenip yapması ile kulaktan dolma bilgilerle yapması elbette farklıydı. Sadece imâni konuların konuşulduğu, müşriklerle karşı karşıya kalındığı Mekke de müslümanlara inen âyetler teşvîk, uyarı, îkâz sadedindeydi:
“Onlar mutlaka cennetlerde mücrimlerin hallerini hatırlarını soracaklar: “Neydi bu cehenneme sizi sürükleyen? Onlar şöyle cevap verecekler: “Biz namaz kılanlardan değildik. Fakirleri doyurmaz, onların ihtiyaçlarıyla ilgilenmezdik.” (Müddessir sûresi, 40-44)
Bu âyetlerle yavaş yavaş gönüllere ‘infâk etme’ duygusu yerleşiyordu. Bir adımla cennete doğru gitme yolu belli olmuştu. Bu nedenle Hz. Hatice malını Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yoluna fedâ ediyor, Ebubekir radiyallahu anh mal varlığını sahâbelere harcıyor, onları köle iken özgürlüklerine kavuşturuyordu. Fakir olanlar ise bu din için alın terlerini sunuyorlardı Rablerine.
Hicretle birlikte Medine’ye gelen müslümanları bir adım daha öteye taşıyacak, onlara infâkın/vermenin âdâbını öğretecek ve onların ayrılmaz vasfı olacak hayat dolu âyetler Bakara sûresinde inmeye başlamıştı. O muttaki, sâdık kullar ki diye başlıyordu Allah azîm’uş-şân.
“O müttakiler ki görünmeyen âleme inanırlar. Namazlarını tam dikkatle îfâ ederler. Kendilerine ihsân ettiğimiz nimetlerden infâk ederler.” (Bakara sûresi, 3)
“Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, yedi başak verip her birinde yüz tane bulunan bir başağın haline benzer. Allah dilediğine kat kat fazlasını da verir. Allah’ın lütfu geniştir, ilmi her şeyi kaplar.” (Bakara sûresi, 261)
“Mallarını Allah yolunda harcayıp da infaklarının ardından minnet etmeyenler, rahatsızlık vermeyenler yok mu, işte onların Rab’leri katında mükâfatları vardır. Onlara hiç bir endişe yoktur ve onlar üzüntü de duymayacaklardır.” (Bakara sûresi, 262)
Medine de artık bu âyetin verdiği yankı vardı. Tüm sokaklarında ve çamurdan evlerin içinde şu anlaşılmıştı ki artık; İnsanlar bu dünyaya mal biriktirmek için değil, elde ettikleri malları infâk ederek Allah’ın rızâsına ulaşabilirlerdi. Cömert davranmak kararan ve kirlenen gönülleri temizler, infâk ve zekât verilmeyen mal ise, kulun kalbini karartır; kula dünyaya geliş gayesini unuttururdu. Müslüman odur ki, sabah erkenden çıkıp da akşama kadar mal biriktirenler onun örneği değil, Allah için veren eller onun örneğiydi.
Bozuk ve tortulu yanlış itikattan dönen sahâbe efendilerimiz zekât, fitre ve infâklarıyla arınmanın yolunu bulmuşlardı. Buldukları ortam ise hiç de kolay bir ortam değildi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir savaş için ‘Allah yolunda mallarınızı infâk edin’ dediğinde münafıklar hemen yollara dökülürlerdi. Tüm mal varlığını yüklenip de vermek isteyenleri gördüklerinde ‘Bu adam bu işi riyâkarlık/gösteriş olsun diye yapıyor’ derlerdi. Evinde hiç bir şey bulamayıp da ufak tefek kırıntıları avucuna almış getiren sahâbeyi gördüklerin de ‘Allah senin vereceğin küçük şeylere mi ihtiyâç duyacak’ derlerdi. Bu sözler onların kulaklarına değer ve işitirlerdi. Buna rağmen peygamberimizin: ‘yarım hurma dahi olsa kendinizi cehennem ateşinden koruyun’ hadisiyle amel etmekten geri durmazlardı.
Meseleyi biraz daha ileri götürüp âhiret hayâtından bir tablo ile karşı karşıya kalıyoruz. Mesele Mekke ve Medine’nin daha da ötesinde.
“Ölüm gelip çatınca: “Ya Rabbî, az mühlet ver bana, sadaka verip iyilerden olsaydım!” demesinden önce, size verdiğimiz rızıktan (Allah) için harcayın.” (Münâfikun sûresi,11)
Demek ki azapla karşı karşıya kalan kişi âhirette Allah için vermenin kıymetini görmüş ve ‘sadaka verenlerden olacağım’ diyerek dünyâ’ya bir kez daha dönmek istemiştir.
Şimdi teknoloji çağında, karşımıza çıkan ve bizi alt üst eden, kulluğumuzu unutturan günahlardan arınmanın yolu ‘Allah yolunda zekât, fitre ve infâklarda’ olduğunu anlıyoruz değil mi? Bir de eller de biriken malı birileriyle paylaşmak dünyanın en asil ve en güzel bir duygusudur. Fakat bazıları için bu çok zordur. Unutulmayalım ki vermek de bir nasip işidir. Bu ulvi davranış herkese nasip olmaz. Bazıları can verir de, mal veremez; esasında ise mü’min hem malını hem de canını bu yola çıkarması lazım.
Bu aziz İslâm yolunda dünyalığa takılmadan yürüyen ve geçip giden Süheyb’ler, Ebubekir’ler, Ensâr ve Muhâcirler yolumuz olsun inşaAllah.
Zekatı Ranmazanda vermek daha iyi ve güzel bol savablıdır ama zekatı 12 ay sene dolmuuşsa mal üzerinden verebiliriz. zekat verdiğimiz kişileri iyi araştırmamız gerekir.
Takvâ’ya erişen kutlu muttaki kullarından eylesin.
Amîn.