Zekât Namaz Dengesi
İslam’ın şartlarından biri de zekât vermektir. Cenâb-ı Hak zengin kullarına mallarından belli bir kısmını fakirlere zekât vermek için emretmiştir.
Ancak fakirlere zekât almayı emretmemiştir. İsterlerse alırlar. Şayet almasalar zenginler bir farzı yerine getirmekten mahrum kalırlardı. Bu itibarla zenginler zekâtını alan fakirlere ayrıca teşekkür etmelidirler.
Bu konuda Ferideddin Attâr hazretlerinin, “Tezkiretü’l-Evliyâ” kitâbında çok hoş bir anekdot anlatılmaktadır. Şöyle ki:
“Cüneyd-i Bağdadî, yedi yaşında idi. Bir gün mektepten gelince, babasını ağlıyor gördü ve nedenini sordu. Babası;
-Bugün, zekât olarak, dayın Sırrı Sekati’ye birkaç gümüş göndermiştim, almamış. Kıymetli ömrümü, Allah adamlarının, beğenip almadığı gümüşler için geçirmiş olduğuma ağlıyorum, dedi. Cüneyd-i Bağdadî;
-Babacığım, o parayı ver, ben götüreyim deyip, dayısına gitti. Kapıyı çaldı. Dayısı kim o deyince;
-Ben Cüneyd’im. Dayıcığım kapıyı aç ve babamın zekâtı olan bu gümüşleri al! dedi. Dayısı, almam, deyince, Cüneyd-i Bağdadî;
-Adl edip, babama emreden ve ihsan edip, seni serbest bırakan Allahü teala için al! dedi. Sırrı Sekati hazretleri;
-Babana ne emretti ve bana ne ihsan etti? dedi. Cüneyd-i Bağdadî;
-Babamı zengin yapıp, zekât vermesini emretmekle adâlet eyledi. Seni de fakir yapıp, zekâtı kabul etmek ve etmemek arasında serbest bırakmakla ihsan eyledi, dedi.
Bu söz, Sırrî Sekati hazretlerinin çok hoşuna gitmişti. “Oğlum! Gümüşleri kabul etmeden önce, seni kabul ettim” dedi. Kapıyı açıp parayı aldı..."
Her bir ibadetin olduğu gibi zekâtın da şartları vardır. Kimlerin zekât vereceği, hangi mallardan ne ölçüde zekât verileceği ve kimlere verileceği bellidir. Zekâtın farzı birdir. Her Müslümanın tam mülkü olan nisap miktarındaki zekât malının belli zamanda belli miktarını zekât niyeti ile ayırıp emredilen Müslümanlara vermektir.
Cenâb-ı Hak Tevbe suresi, 34. âyet-i kerimesinde, "Malı, parayı biriktirip zekâtını, Müslüman fakirlere vermeyenlere çok acı azabı müjdele!" Buyurmaktadır.
Yine Haşr suresi, 9. âyet-i kerimede, “Zekâtını veren, elbette kurtulacaktır” buyurarak zekât verenleri müjdelemiştir.
Şanlı Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerifte, “Zekât vererek, malınızı zarardan koruyunuz!” buyuruyor.
Zekât vermek, Kur’ân-ı kerimin otuz iki yerinde, namazla birlikte emredilmektedir.
Büyük tefsir âlimi Abdurrahman Cevzi hazretleri şöyle buyurmaktadır:
“Kur’ân-ı kerimde üç şey, üç şeyle beraber bildirildi. Bunlardan biri yapılmazsa, ikincisi kabul olmaz. Peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem) itaat edilmedikçe, Allahü tealaya itaat edilmiş olmaz. Anaya, babaya şükredilmedikçe, Allahü tealaya şükredilmiş olmaz. Malın zekâtı verilmedikçe, namazlar kabul olmaz.”
Unutulan zekâtlar!
İslam düşmanları son iki asırdır Müslümanlar arasına din adamı kisvesi altında soktukları din simsarları ile güzel dinimizin şartları ile oynamaktadırlar. Gerek itikadî gerek amelî noktalarda Müslümanları ifsad edecek yollar açmaktadırlar. Bazıları bunu bilerek yaparken bazıları da bilmeden yanlışlara alet olmaktadırlar.
Nitekim namaz ve oruçta olduğu gibi zekât hususunda da Müslümanlar çeşitli vesilelerle yanlış yönlendirilmiştir.
Bundan kurtulmanın ve ibadeti doğru yapmanın yolu İslam âlimlerinin eserlerine uymaktan geçmektedir.
Zekât, altın, gümüş, kâğıt paralar ve ticaret eşyasından verildiği gibi toprak mahsulleri ile hayvanlardan da verilmektedir.
Milletimiz altın, gümüş ve ticaret eşyasının zekâtını vermeye dikkat ederken toprak mahsulleri zekâtı (öşür) neredeyse unutulmuştur.
Bunun iki önemli sebebi vardır:
Birincisi İnönü döneminde bir müddet “aşar” adıyla vergi toplanmış sonra bu vergi kaldırıldığında insanlar bunu öşür addederek toprak mahsulleri zekâtını vermez olmuşlardır.
İkincisi ise toprak mahsulleri zekâtının kalkmasında daha etkili olmuştur.
Ömer Nasuhi Bilmen Bey Büyük İslam İlmihali’nde topraklarla ilgili bilgiler verirken memleket arazisi (Miri Arazi) başlığı altında şunları kaydetmiştir:
“Vaktiyle Müslümanlar tarafından fethedilip bir kimsenin mülkiyetine geçirilmeksizin bütün Müslümanların yararına bırakılmış olan topraklardır.
Bunlar bütün halk adına devlete ait olup kullanma hakkı halka tapu ile verilegelmiştir. Bunların yalnız kullanma hakları belli kimselere aittir. Bu haklara sahip olanlar icarcı (kiralayan) hükmündedir. Devlete verecekleri belli hisse veya vergiler de, icar bedeli hükmündedir. Bundan dolayı böyle bir arazinin ürününden öşür ve diğer bir nam altında zekât gerekmez. Çünkü öşür ile haraç veya öşür ile bu hükümde bulunan icar bedeli bir arazide toplanmaz. Türkiye'deki arazi başlıca bu kısımdandır.”
İşte Sayın Bilmen’in Türkiye topraklarını tamamen miri arazi addetmesi öşür zekâtını büyük ölçüde unutturmuştur.
Hâlbuki Osmanlı döneminde Anadolu’da miri topraklar olduğu gibi mülk, vakıf ve mevat topraklar da bulunuyor ve Müslümanlar öşürlerini veriyorlardı. Kaldı ki Cumhuriyetle birlikte bütün topraklar mülk olarak sahiplerine tapulanmış olup onlardan da zekât verilmesi şart olmuştu. Dolayısıyla "öşür düşmez" sözü toprak mahsulleri zekâtını unutturmuş ve Müslümanları çok büyük bir vebale sürüklemiştir.
Ekip biçmek için mi, yatırım aracı mı?
Diğer taraftan tarla ve arazi gibi toprak parçaları son yıllara kadar hiçbir zaman yatırım aracı olmamıştı. Hep ekip biçmek için yani bir fabrika gibi kullanılmış ve elde edilen üründen de öşür zekâtı fakire verilmişti.
Ancak son 40-50 yıldır büyükşehir ve merkezlerin etrafındaki araziler, zenginlerce yatırım amaçlı olarak toplanmakta ve satılmaktadır.
Fıkıhta zekât konusunda şu önemli bir kaidedir:
“Ticaret için olmayan, yani satılık olmayan evlerin, apartmanların, sanat âletlerinin, motor, tezgâh, kamyon ve gemilerin ve ne kadar çok olursa olsun evde kullanılan eşyanın zekâtı verilmez. Sanat sahipleri, sanayiciler, imalatçılar, ham ve işlenmiş, mamul eşyanın zekâtını verirler. Demirbaş eşyanın zekâtı verilmez.”
Ticaret için olduğunda ise bu durum değişmektedir. Bir fabrikayı çalıştırmakla o fabrikayı değerlendirip satmak için almak arasında fark vardır.
Burada toprağı alanlar yatırım yaptığını, parselleyip veya değerlendirip satacağını açıkça beyan etmektedir. Bu durumda o arazi ticaret eşyası olmakta ve zekât düşmektedir.
Şanlı Peygamber Efendimiz, “Veren el alan elden daha hayırlıdır” buyurmuştur. Müslümanlar veren el olmak için gayret etmelidir.
Evet, kişinin benim dediği mal hakikatte elinde geçici bir emanettir. Zira ondan tek bir parçayı dahi ahiret yolculuğunda yanına alamayacaktır.
Ancak zekâtı verilmemiş mal onun için dünyada zehir, ahirette de bir azap vesilesi olacaktır! Onun için Müslümanların zekât meselesine büyük ihtimam göstermeleri gerekmektedir.
Cenâb-ı Hak zengin-fakir dengesini öylesine gözetmiştir ki zenginler sadece zekâtlarını hakkıyla verdiklerinde yeryüzünde aç insan kalmaz.
Bu itibarla zekât verilmediği durumda zenginler fakirlere büyük bir zulüm yapmış oluyorlar.
Kişiyi zekât vermekten alıkoyan en büyük engel malının azalacağı korkusu ve vesvesesidir. Zekât verilmekle malın azalacağını sanmak ise ne büyük bedbahtlıktır.
Zira zekât malı temizler, bereketlendirir ve çoğaltır. Nitekim Şanlı Peygamber Efendimiz, “Zekât vermek maldan hiçbir şey eksiltmez” ve “Zekât, kişinin Müslümanlığının bir delilidir” buyurmaktadır.
Yetmez mi?