ZEKAT VE ŞÜKÜR
Cenab-ı Mevlâ müberra kitabımız Kur’an-ı Kerim’de mealen şöyle buyuruyor:
“Namazı hakkıyla kılın, zekâtı verin.” (Bakara 110)
Fahr-i Kâinat Efendimiz s.a.v. de şöyle buyurmuştur:
“İslâm şu beş esas üzerine kurulmuştur: Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed s.a.v.’in O’nun rasulü olduğuna şehadet etmek, beş vakit namazı kılmak, zekât vermek, Allah’ın evi Kâbe’yi haccetmek ve Ramazan ayında oruç tutmak.” (Buharî, İmân, 2; Müslim, İmân, 5; vd.)
Cenab-ı Mevlâ, hikmetine mebni olarak bazı kullarına güzel hal bahşetmiş, dilediğine kolayından nimetler vermiş ve zengin etmiştir. Rızkını daraltıp zorlaştırdığı bazılarını da zengin kulları için imtihan vesilesi kılmıştır. Zekâtı da dinin esası yapmış, rızkını geniş kıldığı kullarının zekâtla hem kendilerini hem mallarını temizlemelerini emretmiştir.
Son bir-iki asırda özellikle din-dünya ilişkisine bakışımızda köklü değişiklikler meydana geldi. Önceleri dünyaya ancak “ahiretin tarlası” olduğu için kıymet verirken, şimdilerde maalesef dünyayı ahiretin önüne geçirdiğimizi gösteren tavır ve davranışlar içindeyiz.
Hüccetü’l-İslâm İmam-ı Gazalî rh.a. zekâtta hem kulluk açısından hem de ihtiyaç sahiplerinin sıkıntısını giderme yönünden aklî hikmetler bulunduğunu söyledikten sonra der ki:
“Zekâtın fakire verilmesi onun ihtiyacını gidermek içindir. Dinin hedefi ise ilahî emre uyulmasıdır. Bunun için zekât, Kur’an-ı Kerim’de namazla birlikte zikredilmiş, ayrıca namaz ve hacla birlikte dinin beş esası arasında sayılmıştır.”
Dünya aldatıcıdır. Fakat herkesin aldanışı farklıdır. Kimi şöhrete, kimi makam mevkiye ve hükmetmeye, kimi nefsinin ihtiraslarına ve şehvet duygularına, kimi de mal ve servete düşkün olur.
Müminler olarak bizim dünya hayatını ahireti hedefleyerek yaşamamız gerekir. Hz. Musa a.s.’ın ümmetinden rabbanî alimlerin, Karun’a nasihat ederken söyledikleri gibi: “Allah’ın sana verdiği (maldan harcayıp) ahiret yurdunu ara. Dünyadan da nasibini unutma. Allah’ın sana ihsan ettiği gibi sen de insanlara (infak ve tasaddukta bulunarak) ihsan et.” (Kasas 77)
Bu ayet-i kerimeden anlıyoruz ki, Allah Tealâ’nın lütfu keremiyle zengin kıldığı müminlerin ellerinde bulundurdukları malla ilişkisi, evvel emirde malları vasıtasıyla ahiret yurdunu mamur etmeye çalışmak olmalıdır. Bunu yaparken dünyadan da nasiplerini unutmayacaklardır.
Yine Cenab-ı Mevlâ bir başka ayet-i kerimede müminin malının ve canının ahiret yurdunu kazanma vesilesi olduğunu şöyle beyan buyurur:
“Allah müminlerden canlarını ve mallarını, cennet karşılığında satın aldı.” (Tevbe 111)
Tabiîn neslinin büyüklerinden büyük hadis âlimi İmam Şa’bî hazretlerine, “Malda zekâtın dışında bir hak var mıdır?” diye sorulunca şöyle cevap verir:
– Evet, vardır. Allah Tealâ’nın şu ayetini işitmediniz mi: “Sevdiği maldan yakınlarına, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere verir.” (Bakara 177)
Bir vecibe olarak müminlerin zekât vermesinin ve her daim infakta bulunmasının pek çok hikmeti vardır. İmam-ı Gazalî hazretleri bu hikmetlerden bazılarını şöyle izah eder:
“Cimrilikten kurtulmak, malı bolca vermeye alışmakla olur. Bir şeyin sevgisini kesip atmak, nefsi onu terk etmeye zorlayıp alıştırmakla gerçekleşir. Zekât bu manada bir temizliktir. Sahibini helak edici cimrilik kirinden temizler. Kişinin cimrilikten temizliği, malını infak etme derecesinde, onu elinden çıkarırken tattığı huzur ölçüsünde ve Allah Tealâ’nın yolunda sarf etmekten duyduğu sevinç nisbetinde olur.
Zekât, verilen nimetin şükrüdür. Allah Tealâ’nın kulu üzerinde iki nimeti vardır: Biri nefsinde/bedeninde, diğeri ise malındadır. Bedenle yapılan ibadetler bedenin şükrüdür. Mal ile yapılan ibadetler ise malın şükrüdür. Fakir bir müminin geçim darlığına düştüğünü, kendisine muhtaç olduğunu görüp de malının kırkta birini veya onda birini vererek dilenmekten, başkasına muhtaç olmaktan kurtardığı için Allah Tealâ’ya şükretmeyen kimse ne kadar cimri biridir!”
Zekât yıl sonu gelmeden verilebilir, fakat şer’î ölçülere göre zenginliğin üzerinden bir yıl geçince vermek farz olur. Fahr-i Kâinat Efendimiz s.a.v.’in sünneti olduğu üzere müminler tarih boyunca mübarek üç aylarda ve özellikle Ramazan-ı Şerif’te zekât vermeyi adet edinmişlerdir. Nitekim Efendimiz s.a.v. mübarek Ramazan ayında insanların en cömerdi olur, esen rüzgâr gibi ihsanı herkesi kuşatırdı.
Zekât ve sadakanın zamanında, doğru yere ve ihtiyaç sahibine verilme mecburiyeti gibi gizli verilmesi de edeplerdendir. Nitekim Fahr-i Kâinat Efendimiz s.a.v. şöyle buyurmuştur:
“Sadakanın en faziletlisi, insanın kendisi ihtiyaç sahibi olduğu halde bir fakire gizlice verdiği sadakadır.” (Ebu Davud, Zekât, 40; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/358; İbn Hibbân, es-Sahîh, nr. 3346)
Yine buyurur ki:
“Kul gizlice bir amel yapar ve Allah Tealâ onu kul için gizli amel olarak yazar. Kul onu açığa vurduğu zaman amel gizli olmaktan çıkarılır, açıktan yapılmış olarak yazılır. Halkın içinde bahsettiği zaman ise gizli ve açık amel olmaktan çıkarılır ve riya yazılır.”
Sadakayı gizli vermenin yanında, verilen kimse için minnet ve eziyete dönüştürülmemelidir. Nitekim Cenab-ı Mevlâ mealen şöyle buyuruyor:
“Sadakalarınızı minnet ederek/başa kakarak ve fakire eziyet yaparak iptal etmeyin.” (Bakara 264)
Çalışıp kazanma, mal mülk ve servet edinme, kazancı üzerinde tasarrufta bulunma konusunda mücella dinimiz müminlere herhangi bir sınırlama getirmemiştir. Yeter ki helâl yollardan kazanılsın, kimsenin hakkına hukukuna tecavüz edilmesin, malî mükellefiyetler hakkıyla yerine getirilsin.
Dinimize göre kişi, el emeği göz nuru ile, meslek ve sanatla, ticaret, ganimet, hibe, miras gibi meşru yollarla mal mülk sahibi olabilir. Meşru sınırlar içinde kalmak kaydıyla mülkü üzerinde dilediği gibi tasarrufta da bulunabilir. Bu durumdaki kimseye normal şartlar altında herhangi bir ilave sorumluluk yüklenmez. Kazanırken ve harcarken kimseye zulüm ve haksızlık etmeyen, bakmakla yükümlü olduğu kimselere karşı mükellefiyetlerini yerine getiren, zekât, fitre gibi malî ibadetlerini hakkıyla eda eden kimse, dinî anlamda yükümlülüğünü yerine getirmiş demektir.
Zekât, zenginlik ölçüsüne sahip müminin üzerine bir vecibe iken, sadaka ise cömertlik faziletini kuşanıp, Cenab-ı Mevlâ’nın ona ihsan ettiği, nimetleri yine O’nun yolunda harcaması ve böylece şükrünü eda etmeye çalışmasıdır.
Hadis-i şerifte buyrulduğu gibi, insanın bu dünya nimetlerinden faydalandığı miktar; yiyip içip tükettiği, giyip eskittiği kadardır. Bunun dışında biriktirdiklerinin hepsi başkalarına kalacaktır. Ebediyet yurduna taşıyabildiği sadece Allah rızası için harcadıkları, sadaka kabilinden verdikleridir. Bu sadece mal mülk için geçerli değildir. Ömrümüz, gücümüz kuvvetimiz, ünvanımız da Allah rızası için olursa ahiret sermayesidir.
Cenab-ı Mevlâ bizlere dünyayı ahiret sermayesi kılmayı, canımızla malımızla şükretmeyi nasip eylesin.
Amin.