Sözüne Sahip Ol
Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin ve O’nun güzide ashabının hayatında, hayatımızın her safhasında uygulayacağımız o kadar güzel sözler ve fiiller var ki, yeter ki bilelim ve uygulayalım.
Onların sözleri özlerine uygun, özleri de fiillerine uygundu. Tüm münasebetlerinde doğru, dürüsttüler, açık ve net idiler. Sözleri Allah -celle celalühu- için, sukutları Allah -celle celalühu- için, yaptıkları Allah -celle celalühu- için, yapmadıkları da Allah -celle celalühu- içindi. Çünkü onlar o şekilde eğitilmişti.
Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, “Din samimiyettir.” buyurdu. Dediler ki: “Kime karşı ey Allah’ın Rasulü?”“Allah’a, Kitabına ve Müslümanların liderlerine karşı samimi davranmaktır. Müslüman müslümanın kardeşidir. Onu yüzüstü bırakmaz, ona yalan söylemez. Ona zulmetmez. Her biriniz kardeşinin aynasıdır. Eğer onda bir rahatsızlık görürse, ondan onu bertaraf etsin.” buyurdu. (Tirmizi)
Allah’a -celle celalühu- karşı samimiyet, ona imanda ve itaatte samimi olmaktır. Nerede olursa olsun kendisini görüp gözettiğini bilmektir.
Allah’ın -celle celalühu- kitabına karşı samimiyet, O’nun ahkâmına riayettir. Müslümanların liderlerine karşı samimiyet, ondan bir şey gizlememek, onun İslam ahkâmına muhalif olmayan emir ve yasaklarına itaat etmektir. Rabbımız kendisine ve Rasulüne itaatten sonra müslümanların liderlerine itaati emretmektedir.
Samimiyet, dilin söylediğini kalbin onaylamasıdır. Dil ile kalbin ihtilaf halinde olduğu hiçbir hususta samimiyet yoktur. Nifak vardır.
Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Kıyamet gününde Allah’ın huzurunda insanların en kötüsü, bir kısım insanlarla başka türlü, ötekilerle daha başka türlü konuşan ikiyüzlülerdir.” (Buhari, Müslim, Tirmizi, Ebu Davud)
“Kim dünyada ikiyüzlü olursa, kıyamet gününde onun ateşten iki dili olacaktır.” (Ebu Davud) buyurmaktadır.
Müslüman, Rabbıyla ve O’nun kullarıyla olan her türlü münasebetlerinde samimi olmalıdır. Samimiyet her türlü münasebeti değerli hale getirir, kıymetlendirir. Samimiyetsizlik ise ilişkileri nifaka taşır. Allah’a celle celalühu inandığını söylediği halde inanmayan münafık olur.
Ashab-ı kiram iki yüzlülük ve nifaktan şiddetle kaçınmış, kendileri ile ilgili nifak endişelerini Rasulullah’a sallallahu aleyhi ve sellem ve kardeşlerine iletmiş, hal çareleri aramışlardır.
Rasulullah’ın -sallallahu aleyhi ve sellem- kâtiplerinden biri olan Hanzale bin er-Rabi’el-Üseydi’den -radıyallahu anh-: “Ebubekir bana rastlayıp, ‘Ey Hanzale nasılsın?’ diye sordu. ‘Hanzale münafık oldu.’ dedim. ‘Sübhanallah. Bu nasıl söz ey Hanzale?’ deyince de şu cevabı verdim: ‘Biz Rasulullah’ın -sallallahu aleyhi ve sellem- yanında iken bize cehennem ve cennetten anlatıldığı zaman, sanki onları gözle görüyor gibi oluyoruz. Sonra O’nun yanından çıkınca, kadınlarımızla, mallarımız ve evlatlarımızla oynayıp meşgul oluyoruz, herşeyi unutuyoruz.’ Ebu Bekir -radıyallahu anh-: ‘Vallahi bizde de aynı şey oluyor.’dedi. Böylece ben ve Ebubekir beraberce yürüyüp doğru Allah Rasülü’ne -sallallahu aleyhi ve sellem- gidip yanına girdik. Söze ben başladım ve dedim ki: ‘Ey Allah’ın Rasülü! Hanzale münafık oldu.’‘Ne’n var?’ diye sorunca, şöyle anlattım: ‘Biz senin yanında iken bize cennet ve cehennemden bahsettiğin zaman sanki onları gözle görür gibi oluyoruz. Dışarıya çıkınca herşeyi unutuyoruz, kadınlarımızla, çocuk ve mallarımızla meşgul oluyoruz.’ Bunun üzerine Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz şöyle buyurdu: ‘Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, eğer siz devamlı benim yanımdaki gibi olursanız, yataklarınızda ve yollarınızda melekler gelip sizinle el sıkışırlar. Ne var ki Ey Hanzale! İnsan kâh böyle olur, kâh öyle olur.’ Bunu üç kere tekrarladı.” (Müslim ve Tirmizi)
Hz. Ömer de -radıyallahu anh-, hiç beklemediği bir kişinin münafık olarak öldüğüne şahit olunca gözyaşları içinde Rasulullah’ın -sallallahu aleyhi ve sellem- sırdaşı Huzeyfetül Yemani’ye -radıyallahu anh- giderek “Allah aşkına söyle ben de mi münafıklar listesindeyim?” demiştir.
Rasulullah’ın -sallallahu aleyhi ve sellem- güzide ashabı nifaka düşme hususunda bu kadar hassas olursa bizlerin hali nice olur? Bizler de aynı hassasiyeti göstermek zorundayız.
Onlar nefislerini nasihatten müstağni kılmaz birbirlerinden sürekli nasihat isterlerdi. Muaviye’den -radıyallahu anh-: O, Hz. Aişe’ye -radıyallahu anha-, “Bana öğüt verecek çok uzun olmayan bir mektup yaz.”dedi. Bunun üzerine Aişe -radıyallahu anha- şöyle yazdı: “Selam sana! Ben Allah Rasülü’nün -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurduğunu duydum: ‘Kim, insanlar öfkelense bile Allah’ın rızasını tercih ederse, Allah insanların ona vereceği sıkıntıyı giderir. Kim de Allah’ı gazaplandırarak insanları hoşnut ederse, Allah onu insanlara havale eder.’ Ve sana selam olsun!” (Tirmizi)
Allah aşkına dönüp nefislerimize bakalım. İnsanların öfkelenmesi mi bizi daha tedirgin ediyor yoksa açık ve gizlide işlediğimiz günahlardan dolayı Allah’ın -celle celalühu- öfkelenmesinden mi daha tedirginiz? Söz ve fiillerimizde insanların hoşnutluğunu kazanmak mı hedefimiz yoksa Rabbımızın hoşnutluğunu kazanmak mı? Ashab-ı kiram hata ve kusurlarında birbirini uyarıyorlardı. Gerekirse Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize şikâyet ederler, O’nun vefatından sonra da durumu Hulefa-ı Raşidîne iletirler ve birbirinin hata ve kusurlarını tamir ederlerdi. Bundan dolayı da rahatsız olmaz, hata ve kusurlu iseler affını talep eder, helalleşirlerdi. Bilal-i Habeşî’ye -radıyallahu anh- “Kara kadının çocuğu” diye hitap eden Ebuzer -radıyallahu anh- kendini affettirmek için yüzünü yere koymuş “Ey Bilal kardeşim, siyah ayaklarınla yüzüme basmadıkça vallahi yüzümü yerden kaldırmayacağım.” demiştir. Onlar, dindeki samimiyetleri neticesinde dinin hadimi olmuş Allah’ın adını gidebildikleri her yere ulaştırmışlardır. Onlar, hem şahsî münasebetlerinde hem de Allah davasına hizmet ederken hata ve kusurlarını fark edince derhal hata ve kusurlarından vazgeçmiş, bu hata ve kusurlarda ısrar etmemişlerdir.
Rasulullah Efendimiz’e -sallallahu aleyhi ve sellem- biri diğerinden şikâyet eden iki kişi gelir. Meselelerini anlatırlar. Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz haklıyı haksız haksızı da haklı çıkarır. Ve derki: “Meselenizi bana anlattığınız şekilde hükme bağladım. Fakat gerçek haklı ve haksız Allah’ın -celle celalühu- huzurunda belli olacaktır.” Bunun üzerine Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin haklı çıkardığı kişi “Ben haksızdım.” diyerek suçluluğunu itiraf eder. Müslüman, bütün işlerinde ilahî murakebeyi düşünüp ona göre hareket etmelidir. Bu şekilde hareket edebilenler hata ve kusurlarında ısrar etmez derhal vazgeçerler.
Rasululah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz “İyiliği emredip kötülükten alıkoyması ve Allah’ı zikretmesi hariç, âdemoğlunun her konuştuğu aleyhinedir.” buyurmaktadır. (Tirmizi)
Müslümanlar, nasihate ve telkinlere kendini kapatmamalı, hatta bu konuda kardeşlerinden yardım almalıdır. Müslümanın ikaz ve uyarılara kendisini kapaması, ikaz ve uyarılar karşısında aşırı tepki vermesi kendi aleyhinedir. Artık insanlar onu uyarmaktan vazgeçer, o da hata ve günahları içerisinde boğulup gider. Birlikte Allah celle celalühu davasına hizmet eden Müslümanlar, hata ve kusurlarında birbirini ikaz etmeli, gerektiğinde de ilgililere bildirmelir. Davanın sıhhat ve selameti için bu şarttır.
Haset, çekememezlik çok kötü bir ahlaktır. Bu, hizmet edenler arasında olursa daha kötüdür.
İbn-i Ömer –radıyallahu anhümadan-:
“Ömer, Üsame için üçbinbeşyüz (dirhem) tahsis ve takdir etti. Abdullah bin Ömer için üçbin takdir etti. Bunun üzerine İbni Ömer itiraz edip dedi ki: “Neden Üsame’yi bana tercih ettin. Vallahi o herhangi bir harbe benden önce gitmedi.” Ömer şöyle cevap verdi: “Çünkü Zeyd’i Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- senin babandan daha çok severdi. Oğlu Üsame’yi de senden daha fazla severdi. Ben de Rasulullah’ın -sallallahu aleyhi ve sellem- sevgisini kendi sevgime tercih ettim.” (Tirmizi) buyurur.
Onlar Allah ve Rasulünün sevgisini her zaman kendi sevgilerine tercih etmişler, dolayısıyla aralarında haset ve çekememezlik olmamıştır. Olanlar da ikaz edilip uyarılmıştır. Onlar hizmette mevki seçmemiş, hizmette memurluğu amirliğe tercih etmişlerdir. Söz sahibi olmaya çalışmaktan çok, sözüne sahip olmaya çalışmışlardır. “Yetki varsa hizmet var, yetki yoksa hizmet yok.” dememişlerdir. Onlar kendilerini insanlığın maddî ve manevî ihtiyaçlarını karşılamaya vakfetmişlerdir. Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz,“Allah, insanların ihtiyaçlarını gidermek için bir takım insanlar yaratmıştır ki insanlar muhtaç olduklarında onlara koşarlar. İşte onlar Allah’ın azabından emin olanlardır.” buyurmuşlardır. (Taberani)
Nureddin Soyak